31 Temmuz 2008 Perşembe

Mutluyum, mutlusun, MUTSUZ

Mutluluk ve mutsuzluk.
Tanıdığım ve tanımadığın herkesin farklı anlamlar yüklediği iki kavram. Çalıştığım firmada ki işçi için eve bi ekmek götürüp-götürmemesi, çağımızın gençleri için cebindeki telefonun yeni veya eski oluşu, taraftar için takımının maçı kazanıp-kazanamaması ve bunlara benzer bi ton şey...
Aslında sanırım bu iki kavram yaşadığımız anın, bulunduğumuz ortamın, ilişkide olduğumuz kişilerin bizlere sunup-sunamadıkları şeylerin genel tanımları sadece.
Hani bizi bir teste soksalar ve bütün soruların altında sadece bu iki kavramın yeraldığı şıklar olsa bütün sorulara rahatlıkla cevap bulabiliriz gibime geliyor. Öyle denklemlerle, formüllerle uğraşmadan hayatı sorgulamak ve bulunduğumuz durumun farkına varmak konusunda da bize yol gösteren bu iki kavramı.
Peki gerçekten gözüktükleri kadar basit iki kavram mı diye sorsanız cevabım kesinlikle 'hayır' olucaktır. Bu iki kavram ne kadar yalın ve sade dursalarda aslında hayatımıza yön veren en önemli etken olduklarını düşünüyorum.
Düşünün bi kere çalıştığınız firmada çok iyi bi yerde olabilir, önemli projelerde yeralabilirsiniz ama maaşınızı zamanında alamıyorsanız kendinizi 'MUTSUZ' hissedersiniz. Ya da gençliğin heyecanı ile arkadaşlarınızla sınırsız eğlenebilir, en önemli duygularınızı paylaşabilir, en akla gelmez şeyleri yapabilirsiniz ama sevdiğinizi en toplumsal tanımıyla kankanıza kaptırdığınızda size yine 'MUTSUZ' olmak düşer. Bu örnekleri herkese göre farklı şekillerde çoğaltmak mümkün ama sonuç hemen hemen her zaman aynıdır.
'MUTSUZ' iseniz fırtınayı atlatmak zorunda olan bir gemi gibi sığınacak bir liman ararsınız. Onu buldunuzsa ne âlâ. Eninde sonunda 'MUTSUZ' olmak size o kadar zor gelmez, sonunda herşeyin yoluna gireceğini düşünürsünüz.
Peki ya liman değilde bi toprak parçasına bile muhtaçken geminiz açık denizlerdeyse, gözünüz görebildiği her yerde deniz ve karabulutlar varken ne yaparsınız. Heralde bulutların rengi içinize yansır. Daha da bir karamsar olursunuz. Umudunuzu yitirir herşeyden nefret etmeye ne olacaksa olsun artık deyip beklenilen sonun hemen gelmesini istersiniz. Peki doğru olan bu mudur?
Biraz düşünsek bizi mutlu eden ufacık şeylerin bile bizi 'MUTSUZ' eden olumsuzluklara göğüs germemizde faydası olamaz mı? İşçi eve ekmek götüremediğinde çocuklarının, eşinin ona destek çıkması, sevdiğini kankasına kaptıran aşığa dostlarının ilgisi yeterli olamaz mı yani? Buna cevap vermek gerçekten zor. Bu tamamen hayatın sundukları ve bizlerle ilgili belki. Bizim hayatı algılayışımızla ilgili.
Ama bir gerçek var ki o da kim olursa olsun, hayatın neresinde nasıl duruyorsa dursun insanın yaşamında 'MUTSUZ' zamanların mutlu zamanlardan daha çok olacağıdır bana göre. Bu nedenle sanki bu duruma alışmamız gerektiğini bilmek bizi en azından birazda olsa 'MUTLU' eder gibime geliyor. En azından benim için...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Saat sabahın 4'ü.

Saat sabahın 4'ü.
Saatlerdir yatakta köşe kapmaca oynar gibiyim. Ama yanımda bana eşlik edecek kimse yokken yapıyorum bunu.
Dayanamıyorum, ayaklanıyorum.
Aynanın karşısına geçip gözlerimin en derin noktasına odaklanıyorum. Gözlerim kancanağı, göz kapaklarım ağırlaşmış.
Ama uyuyamıyacağımı biliyorum. Yatağa dönme tekrar deneme isteği gelmiyor içimden.
Sonra karşı dairenin penceresine ordanda hava boşluguna bakmak için pencereme yöneliyorum. Hafifçe açıyorum pencereyi. Derdim biraz temiz hava girsin odama. Pencereyi açınca temiz havayla birlikte sokaktaki başıboş köpeklerin havlaması ve uçan martıların sesleri doluyor odama. Sanki gecenin geç vakti oldugunu ve benim yatakta olmam gerektiğini hatırlatırcasına.
Ama bilmiyorum, uyuyamıyorum işte.
Sonra makinenin başına geçip sevdiğim bir praçayı en az sesi seviyesiyle açıp rahatlamak geliyor aklıma. Bunu da yapıyorum. Rahatlamaya başladığımı hissediyorum. Bir şeyler yazim diyorum. Bunlar dökülüyor parmaklarımdan.
Bunları sanki günlerdir tekrarlıyormuşum gibime geliyor.
Düşünmeye başlıyorum.
Hayatımda ki bu tekrarlar neden bu kadar sıklaştığı diye. Yine huzursuzlanıyorum. Halbuki en son isteğim bu olmasına rağmen.
Rahatlamaya ihtiyacım oldugunu hissediyorum. Aaklıma takılan herşeyi silip atmayı düşünüyorum.Birden farkına varıyorum bunu düşünürken.
Farkına vardığım belki de hayatım boyunca bu kadar az seyin kafama takıldığı. Daha önceleri bunlardan daha fazlasıyla ve daha zorlarıyla ugraştığım hissi.
No'luyor diye soruyorum kendi kendime. Sonra cevap vermekten korkuyorum, vazgeçiyorum.
Herşeyi boşvermek istiyorum. Ölüm uykusuna yatıp herşeyi boş vermek gibi. Sanki kimsenin veya hiçbirşeyin beni bir daha rahatsız edemeyeceğini, üzemeyeceğini bilerek uyumak istiyorum.
Saate bakıyorum tekrardan. Saat sabahın 4 buçuğu. Acaba diyorum şimdi herşeyi boşverip tekrardan uyumayı denesem mi?

17 Temmuz 2008 Perşembe

Efsaneler #3 - Diego

'Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir.'

15 Temmuz 2008 Salı

10 NUMARA CİRO MARTİNEZ




Ciro Martinez, 13 Haziran'da 20 bin kişinin izlediği konserine Delgado'nun isminin yazılı olduğu Beşiktaş forması ile çıkarak futbolcumuza olan hayranlığını sergiledi.
Bu haberi duyunca inanmamıştım ama resimleri görünce şaşkınlığımı gizleyemedim. Hemen kafamda soru işaretleri oluştu.
-Acaba Messi'de Ciro Martinez hayranı mıdır?
-Hayranı ise bunu görünce BEŞİKTAŞ'ıma gelir mi ? :))))