Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2011 Salı

Halkın Ekmeği

Bertolt Brecht

Bilin: Halkın ekmeğidir adalet. 
bakarsınız bol olur bu ekmek, 
bakarsınız kıt, 
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek,başlar açlık,
bozuldumu tadı,başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.

Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerle yuğurulan,iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız,kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!

Bolsa insanın önünde ekmek,lezzetliyse,
gözler öbür yiyeceklere yumulsada olur.
Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire...
Bilirsiniz,nasıl bolluk doğurur ekmek:
Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.

Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
hem o,günde bir çok kez gerekli.


Sabahtan akşama dek,iş yerinde,eğlencede,
hele çalışırken canla başla,
kederliyken, sevinçliyken,
halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,
günlük, has ekmeğine adaletin.

madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?

Öteki ekmeği kim pişiren?

Adaletin ekmeğini de
kendisi pişirmeli halkın,
gündelik ekmek gibi.

Bol,pişkin,verimli.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Sağlararası Gayrimenkul Bağışlama ve Ödenecek Harç & Vergi Kalemleri

492 Sayılı Harçlar Kanunu'nun 4 Sayılı Tapu ve Kadastro İşlemlerinden Alınacak Harçlar Tarifesi uyarınca;

Bir gayrimenkulün herhangi bir bedel alınmaksızın bir kişiye bağışlanması işleminin tapuya tescili Tapu Harcı'na tabiidir. Harcın mükellefi olan kişi, lehine bağışlanan kişidir. Söz konusu tapu harcı, gayrimenkulün değeri üzerinden binde 59 oranında bir tutardır.

Bunun yanında, bağışlama müessesesi Veraset ve İntikal Vergisi'ne de tabiidir. Her yıl yenilenen bahsi geçen vergi kaleminin 2011 yılı tarifesi şu şekildedir:

İlk 170.000 TL için ivazsız intikallerde vergi oranı= yüzde 10
Sonraki 370.000 TL için = yüzde 15
Sonraki 800.000 TL için = yüzde 20
Sonraki 1.600.000 TL için = yüzde 25
Matrahın 2.940.000 TL'yi aşan kısım için = yüzde 30

şeklindedir.

Bağışlanan şahıs, gayrimenkulü hukuken iktisap ettiği andan itibaren 1 ay içinde Veraset ve İntikal Vergisi Beyannamesi ile bağışlanan gayrimenkulü vergi dairesine beyan etmek zorundadır. Yukarıda anılan Veraset ve İntikal Vergisi kalemleri ise üç yılda her yıl mayıs ve kasım aylarında olmak üzere toplam 6 eşit taksitte ödenir.

4 Kasım 2011 Cuma

Bu benim sonbaharım...

"Ama acılara alışılmaz..


Bir şeyler var değişecek..

Bir şeyler var;

değiştirmemiz gerek..

Önce acılardan başlanacak.."

2 Kasım 2011 Çarşamba

Gider Avansı

1 Ekim günü yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu karşımıza yeni bir müessese getirdi: Gider Avansı!


Artık hukuk davaları ikame edilirken HMK madde 120 uyarınca gider avansı yatırılması zorunlu...


Bu demek oluyor ki; artık dava açılırken harç ve posta gibi masrafların yanında başkaca tutarlar daha mahkeme veznesine depo edilecek.


Eğer ki baştan yatırılan avansın yeterli olmadığı yargılama esnasında anlaşılırsa, mahkeme, söz konusu eksik tutarın tamamlanması için davacı tarafa 2 HAFTALIK KESİN SÜRE tanıyacak. KESİN SÜRE tabiri burada oldukça önemli.. zira artık kanunda KESİN SÜRE adı altında geçen hususlar, sürenin kaçırılması ile telafisi imkansız hale gelecek! Dolayısıyla söz konusu durumun artık bir dava şartı olduğu açık... Farz-ı misal gider avansını ödemediniz, süreyi kaçırdınız, vs vs... artık o dava reddolunacaktır.


Yani tüm bu yazdıklarım ne demek oluyor?


Tüm yargılama masrafları baştan peşin ödenecek. Kapsamında şunlar var: Taraf sayısının 5 katı tutarında TEBLİGAT GİDERİ, en az 3 TANIK VE DAVETİYE GİDERİ, KEŞİF HARCI VE ULAŞIM GİDERİ, BİLİRKİŞİ ÜCRETİ.


Özellikle bilirkişi ücreti oldukça dikkat çekici... Zira 500 tl'ye kadar çıkan bilirkişi ücretlerinin baştan peşin peşin alınması uçuk fiyatları beraberinde getirecek.


Örnek vermek gerekirse; daha bu sabah Kartal Adliyesi'nde çekişmeli boşanma davası açtım. Bilindiği üzere alınan harç maktu.. yani topu topu 40 TL'lik bir masrafla davayı açmam gerekirken yeni uygulama ile toplam 210 tl'ye davayı açmış oldum. 170 TL gider avansı alındı.. ve bu 170 TL'nin içinde sadece tanık masrafları vardı..


Geçtiğimiz haftalarda yine 900 TL muhammen bedelli bir dava açtım. Tarafımdan talep edilen gider avansı 300 TL'ydi... üçte biri yani.. üçte birini peşinen depo ediyor vezneler...


Vatandaş bu gibi büyük masrafları nasıl verecek? Sancılı bir dönem bizleri bekliyor.

29 Aralık 2009 Salı

'' NEDEN BİZE TAŞ ATIYORSUN? ''



Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde yine çocuk-polis karşı karşıya idi. Taşlara karşı yine gaz bombaları kullanıldı... ve AA muhabirinin objektifine takılan anlamlı bir fotoğraf...

Polise taş atan bir çocuk... ve o ortamda polisin kaldırıma oturup çocuk ile yaptığı sohbet...

9 Ekim 2009 Cuma

Şaka


Bu da oldu. Nobel Barış Ödülü o'na verildi. Ödül de herhalde dinamit şeklinde falandır!

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Ceza Hukuku Açısından Kimyasal Kastrasyon

Hayat, sağlık ve vücut tamlığı gibi bireyin, insan olmasından gelen ve haiz olduğu, devredilemeyen, vazgeçilemeyen haklar; Anayasa ve başka kanun ve belgelerle koruma altındadır. Belli durumlarda, bu haklara karşı yapılan müdahaleler, hukuka uygun sayılabilmektedir. Yaşam, sağlık, vücut tamlığı, vücut bütünlüğü ve dokunulmazlığı gibi değerlere yönelik müdahaleler; kişilerin bedensel veya ruhsal rahatsızlıklarını tedavi amaçlı olarak, tıp bilimince kabul edilen çeşitli faaliyetleri ifade eder. Bu müdahalelerden birisi de kastrasyon tıbbi müdahalesidir.

Kastrasyon, bireyin cinsel salgı bezlerinin alınması suretiyle cinsel faaliyette bulunma ve üreme yeteneğinin tamamen sona erdirilmesi amacını taşır. Kastrasyon, bireydeki cinsel isteği ve cinsel ilişkide bulunma yeteneğini tümüyle bitirebilirken, bireyin cinsiyetine ilişkin belirtileri de ortadan kaldırabilir. Dolayısıyla, bu müdahalenin kişide fiziksel ve ruhsal açıdan büyük etkiler meydana getirebileceği aşikârdır.

Yukarıda bahsi geçen biyolojik kastrasyon dışında, son yıllarda çeşitli ülkelerde tartışılmaya ve uygulanmaya başlanmış kimyasal kastrasyon hususu da dikkat çekmektedir. Bu yöntemle bireyin, biyolojik kastrasyondan farklı olarak cinsel faaliyette bulunma yeteneği bitmemekte, ancak tahrik duygusu öldürülmektedir. Kimyasal kastrasyonla, bireye hap içirilerek kimyasal yolla hadım etme amaçlanır. Örneğin İngiltere’de libido azaltılıncaya kadar günde 5mg, sonra da 1mg stilbestrol kullanılarak kimyasal kastrasyon uygulanmaktadır. Kimyasal kastrasyon yoluyla insanın cinsel ilişkiye girebilme yeteneği elinden alınmamakta, bu aktivitesi ortadan kalkmamakta, ancak kişi şahsi olarak cinsel ilişki başlatamamakta, karşı cins veya çocuk gördüğünde tahrik olamamaktadır.

Cinsel suç faillerine kimyasal kastrasyon uygulanması talebi, yaptırım türü olarak düşünülmektedir. Kastrasyon, tarih boyunca Avrupa, Çin, Hindistan, Afrika ve Orta Doğu gibi farklı coğrafyalarda sosyal veya dini nedenlerle yapılmışken; günümüzde farklı ülkelerde farklı uygulama şekilleriyle karşımıza çıkmaktadır. Kimyasal kastrasyonun kabul gördüğü devletlerin başında ABD gelmektedir. ABD’nin Teksas ve Kaliforniya gibi eyaletlerinde kimyasal kastrasyon uzun yıllardır bir cezai yaptırım olarak kullanılmaktadır. ABD’de bu yöntem güncel olarak suçlu kişiye yirmi yıl hapis cezası veya kimyasal kastrasyon uygulanması şeklinde faile seçimlik hak olarak bırakılmaktadır. Kimyasal kastrasyonun uygulandığı diğer ülkeyse Çek Cumhuriyeti’dir. Geçtiğimiz on yıllık süre zarfında, doksanın üzerindeki hükümlüye, biyolojik kastrasyon uygulanmıştır. Bu açıdan Çek Cumhuriyeti, biyolojik kastrasyon uygulandığı tek Avrupa ülkesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Polonya ise kimyasal kastrasyonu öncelikle pedofili hastaları üzerinde uygulayarak, bu alanda farklılık yaratmıştır. İngiltere, İsveç, Danimarka, Kanada da aynı ABD’de olduğu gibi cinsel suç failine bir süredir seçimlik hak tanımaktadır. İtalya’da da geçtiğimiz dönemlerde bir dizi cinsel suç vakasının vuku bulması, tartışmaları doruk noktasına çıkartmış; hükümet biyolojik kastrasyon uygulaması yönünde fikir birliği içinde olmuştur. TBMM milletvekilleri de İtalya’daki olaylardan esinlenip, cinsel suç faillerine kimyasal kastrasyon uygulanması görüşünü ortaya koymaktadırlar. Ancak İtalya’dakinden farklı olarak, tekerrür halindeki suçlar için ve ağır pedofili hastaları için uygulanması görüşünde birleşmişlerdir.

TBMM milletvekillerinin sunduğu teklif doğrultusunda kimyasal kastrasyonun tekerrürü halinde failde ağır pedofili varsa kimyasal kastrasyon uygulaması düşünülmektedir. Bu kapsamda cinsel istismarın ele alınması da doğru olacaktır. Cinsel istismar, cinsel hazza ulaşmak amacıyla, bir çocuğun kullanılmasıdır. Cinsel istismarın görünüş şekilleri, çocuğun cinsel organını okşamak, tecavüz etmek, teşhircilik yapmak, çocuk pornografisi gibi hallerdir. Erişkin cinsel ilişkisi yerine cinsel doyum için çocukları seçen pedofili hastalarının temelinde psikoseksüel rahatsızlık yapmaktadır. Pedofili hastalığını, psikolojik sorunlar ve hastalıklar dahilinde cinsel kimlik bozuklukları altında inceleyebiliriz. Dolayısıyla bir pedofili hastasının, TBMM milletvekillerinin belirttiği gibi cinsel suçun tekerrürü halinde kimyasal kastrasyona tabi tutulması, onlara öncelikle ruhsal açıdan tedavi uygulamak gerekebileceğinden, eleştirilebilecek bir tutum olabilir.

Günümüz toplumlarında kabul edilen önemli cezalandırma ilkelerinden birisi de, cezanın insan onuru ile bağdaşması ilkesidir. Hümanizm ilkesiyle artık bedensel cezaların önüne geçilmekte ve insan haysiyetiyle durum söz konusu olmaktadır. Cezalar, cismani eziyet şeklinde olmamalıdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5. maddesinde bu konu şu şekilde ifade edilmiştir: “Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsanî, haysiyet kırıcı cezalara veya muameleye tabi tutulamaz”. 1982 Anayasası 17/3’te ise bu ilke, “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz, kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan cezaya-muameleye tabi tutulamaz.” şeklinde belirtilmiştir. Cezaların kanunlar ile düzenlenmiş olmasına karşılık, kanundaki düzenlemeyle getirilmiş olan cezaların insan onuru ile bağdaşmaması da olanaklıdır (uzuv kesme vb). Kimyasal kastrasyonun da, uzuv kesme gibi ağır olmasa da, şahsi haysiyetle bağdaşmadığı söylenebilir. Özellikle kastrasyonun uygulandığı faillerin, manevi (psikolojik) işkenceye maruz kaldıkları düşünülebilir. Cinsel hayatın bitmeyip, ilişki dışı tahrikin önlenmesiyle, özellikle ataerkil toplum yapısına haiz ülkemizdeki bireylerin haysiyetlerini kırıcı durumlar meydana gelebilir, ilacın yan etkileriyle kişilerin cinsiyetlerine ilişkin özelliklere zarar gelebilir. Failin manevi işkence muamelesine maruz kalması söz konusu olabilir.

Cezanın kanunlarda yer almasının yanı sıra işlenen suçun yarattığı zararı karşılığı ile; yani suç ile cezanın orantılı olması gerekir. Bu; orantılılık, ölçülülük ilkesinin bir sonucudur. Kimyasal kastrasyonun, suçun bir daha işlenmesini engellemek ver diğer bireyleri korumak için uygulanmasının ne derece orantılı ölçülüğü olduğu tartışmalıdır. ABD’nin bazı eyalet ceza kanunlarında hâlâ cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar ölüm cezasıyla cezalandırılmaktadır.

Gülin Yıldırımkaya’nın 16.07.2009 tarihinde Habertürk Gazetesi’ndeki “Tecavüz Sanıklarına Kimyasal Kısırlaştırma Cezası Verilsin mi?” başlıklı haberinde konuyla ilgili farklı tarafların görüşleri aşağıda sıralanmıştır;

Alev Dedegil - Ak Parti İstanbul Milletvekili: “Ben bu konu üzerine çalışma yaparken hukukçularla da görüştüm, insan haklarına aykırı olduğunu düşünmüyorum. Biyolojik kastrasyon farklı ama benim önerdiğim kimyasal kastrasyon kişinin cinsel aktivetisini sonlandırmıyor, kontrol altına alıyor. Asıl insan haklarına aykırı olan küçük bir çocuğa tecavüz edilmesidir. İnsan hakları diye diye neredeyse bu tür suçlulara “Ne kötü, ne ayıp” bile diyemeyeceğimiz bir noktaya geleceğiz. Hukukta evrensel ilke var biliyorsunuz, kişiler suçları ispat edilene kadar suçsuz muamelesi görüyor. Yani bir anne çocuğuna tecavüz ederken adamın birini yakalayacak ve ona suçu ispat edilene kadar suçsuz muamelesi yapacağız öyle mi? Bu tür suçlarda ciddi önlemler almamız gerektiğini düşünüyorum, bu çerçevede kimyasal kastrasyonun caydırıcı olacağına inanıyorum.”

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı: “Türkiye’de kimyasal kısırlaştırma uygulaması yapılabilir. Ama daha önemlisi pedofili hastalarındaki genetik yanı araştırmak. Böyle bir eyleme başvuruyor olmalarında, kendilerinin de başından geçen bir istismar kökeni var mı araştırılmalı. Çocuk istismarı vakalarında, istismarcı kişinin kendisi de aslında kurban olabiliyor. Bu noktada tıbbi desteğe de gereksinim duyulabilir. Kimyasal kısırlaştırma uygulaması İskandinav ülkelerinde de var. İnsan haklarına aykırı mı? Tabii ki bir insanın bedenine yönelik müdahaleye, vücut dokunulmazlığına yönelik bir eyleme girer. Ama aynı zamanda bu suçun bir daha işlenmesini engellemek ve diğer çocukları korumak gibi bir işlevi de vardır. Kimyasal kısırlaştırma uygulaması özellikle tıbbi etik alanında çalışan kişiler tarafından kapsamlı olarak araştırılmalı. İlk başta bir hak ihlali olarak değerlendirilse de, diğer yandan çocuklar ve toplum sağlığı açısından koruyucu bir tutum.”

İnsan Hakları Derneği Başkanı Öztürk Türkdoğan: “Her birey maddi ve manevi varlığını koruma, geliştirme hakkını sahiptir. Bu bağlamda vücut dokunulmazlığı kuralının ihlal edilmemesi gerekiyor. Sağlık kurulu raporlarıyla, suçlu olduğu tespit edilen bireylere bu tür yöntemlerin önerildiğini dünyaya baktığımızda da görüyoruz. Ancak bu yöntem insan haklarını ihlal edici bir cezadır. Çocuk tecavüzlerinde yasalarda belirtilen cezalar uygulanmalıdır. Ayrıca çocukların korunması açısından devlete yüklenmiş sorumluluklar vardır. Devlet aileler ve çocuklar üzerindeki görevlerini yerine getirmezse, suçu işleyen kişiye verilen kimyasal kısırlaştırma cezası çözüm olabilir mi? Bu tarz yöntemler yerine, sosyal bir takım tedbirler alınması daha akılcı olur. Diyelim ki bu yöntem uygulanmaya başlandı, mağdur olan kişiler adalet anlamında tatmin olacak mı? Bir de Türkiye’deki değer yargıları sorunu var. Toplum olarak değer yargılarımıza önem veriyoruz. Ceza noktasında da müşteki tatmin olmalıdır. Aksi halde adalet mekanizması yara alır ve çok daha kötü sonuçlar doğabilir. “Kimyasal kısırlaştırma” yöntemi, suçu işleyen kişi üzerinden çözüme gitmek ve sorumluluğu üzerimizden atmak, kolaycılık, kestirip atmak demektir.”

Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türk Ceza Hukuku Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Köksal Bayraktar: “Böyle bir ceza bence insan haklarına da ceza hukuku yaklaşımına da aykırıdır. Ceza hukukunun amacı, suçlu olan kişiyi iyileştirmek ve topluma duyarlı bir birey haline getirmektir. Bunun eğitimsel, kültürel, sosyal kısımları vardır. Rehabilitasyon denilen de bir kavram bulunmaktadır. Bu da insanı iyileştirme anlamına gelir. Yani, kimyasal kısırlaştırma, rehabilitasyona ve ceza hukukuna taban tabana zıttır. Adeta ilkel ceza hukuku dönemlerinin bir kalıntısıdır ve son derece yanlıştır.Bugünkü modern ülkelerin hiç birinde böyle bir ceza uygulaması yoktur. Çocuk tecavüzü konusunda yeni ceza hukukunda emniyet tedbirleri vardır. O tedbirler uygulanır. Eğitim verilmeli ki bu bireyler iyileşme gösterip bir daha bu davranışı sergilemesin. Çocuk tecavüzü suçlarında durum aynı zamanda psikolojiktir. Her suç kişiden çok toplumun hastalığıdır. Toplumdaki eksiklikler, yanlışlar ve kötülükler belirli kişilerde suç olarak ortaya çıkar. Kimyasal kısırlaştırma da tasfiye edici bir yaklaşımdır, iyileştirici değil.”


Şahsi görüşüme değinmek gerekirse,

Cinsel suç faillerine kimyasal kastrasyon uygulanmasının kişinin vücut bütünlüğü ve dokunulmazlığı hakkına aykırılık teşkil edeceğini, ayrıca bunun bir tür insan hakları ihlali olabileceğini düşünmekteyim. Ceza hukukunun amacının suçluyu rehabilite etmek olduğu aşikârdır. Kimyasal kastrasyon yaptırımıyla caydırıcılığın ölçüsü kaçabilir. Bu şekilde kişinin kendi başına cinsel ilişki başlatma hürriyetinin elinden alınması söz konusu olacaktır. Failin pedofili olması durumunda, bedensel ceza vermek yerine öncelikle neden bu fiile başvurmuş olabileceği araştırılmalıdır. Kendisine tıbbi destek verilmelidir.

Cinsel suç işlenmesini engellemek ve çocukları korumak için bu yaptırımın orantılı, ölçülü ve insancıl olduğu kanısında değilim. Böyle bir yaptırımın, işin içinden sıyrılıp kolaya kaçmak olduğu fikrindeyim. Suçlular, ne olursa olsun iyileştirilmelidir. Onlar, topluma duyarlı bireyler haline getirilmelidir. Kimyasal kastrasyon uygulamasının ilkel bir yöntem olduğu kanısındayım. Adeta eski hukuk sistemlerinde var olmuş kısasa kısas uygulamasının bir başka görüntüsü gibidir. Hırsızın elini kesmekten hiçbir farkı yoktur. Suçluyu eğitmeliyiz ki; bir daha suç işlemesin. Aksi halde, eğitmek yerine bu tip yaptırımlar faili toplumdan uzaklaştırır, onu toplumdan dışlar ve tasfiye eder. Kişi, toplum dışına itilmiş olur ve onun diğer bireylerle iletişim kuramamasına zemin hazırlar. Bunların sonucunda, fail toplumdan intikam alma psikolojisine bile girebilir. Kimyasal kastrasyon yönteminin bilimsellikten uzak olduğu, modern rasyonel hukuk ilkeleriyle uyumsuz kalacağı açıktır. Suçlunun ıslahı için modern yöntem bu olmamalıdır. Failin, zorunlu kamu hizmetiyle ya da eğitim destekli hapis cezalarıyla hayata tutunması sağlanmalıdır. Topluma kazandırma ancak ve ancak bu ve benzeri yollarla olur.

18 Aralık 2008 Perşembe

Zamansız Ölüme Mektuplar #3


ARKADAŞLARIMIN ÖLÜMÜNÜ İZLERKEN...
Bir sonbahar akşamıdır, yüreğim soğuk! Sarmış ruhumu ölüm korkusu… Adına iş denilen kumlama atölyesinde yazmışım adımı zamansız ölüm listesine. Gün be gün omuz omuza çalıştığım arkadaşlarımın ölümünü izlerken bir sancı düşer ruhuma, yüreğim buz kesilir korkudan. 24 Ekim’de yitirdiğimiz arkadaşım Hüseyin gelir aklıma, nemlenir gözlerim, yaş dökülür pınarından…

En son geçen sene duymuştu Hüseyin’in feryadını benim sahipsiz güzel ülkem. Demişti ki “Yarın ölümü beklemem için gönderecekler beni köyüme, ambulans masrafını kendim ödemem gerekirmiş”... Bu garibimin son mesajıydı ülkesini yönetenlere... Hüseyin’im çaresiz dönmüştü köyüne, beklemişti göç etmeyi ebediyette... Geçim sıkıntısı, çaresizlik, ölüm bekleyişinde huzur vermemişti kendisine. Bir Temmuz gününde, Temmuz sıcağında ansızın yüreği buz kesilivermişti, boğazı düğümlenmiş, yattığı yatakta öylece kalakalmıştı ve gözleri nemliydi, tıpkı bu akşamki gözlerim gibi…

RUHU BİR ISLIK UĞULTUSUYLA ALMIŞTI BEDENİNİ
Çaresizliğe, geçim sıkıntısına dayanamayan eşi tarafından terkedilmişti Hüseyin’im. Bacası dumansız yuvasında, baş ucunda iki evladıyla baş başa kalmıştı. Garibim ölmüştü, bedeni emanet kalmıştı orada. Hassas, duygusal bir emanetti O artık…

Sürekli gözlerini kaçırırdı yavrularından. Dayanamazdı, kıyamazdı ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle yavrularına bakmaya. Üç ay sonra ruhu bir ıslık uğultusuyla almıştı bedenini, çocukları kalmıştı ortada, garibim sessizce gitmişti kendi gibi zamansız ölüme yakalanan amca oğlu kot işçisi Beytullah’ın yanına...

EN BÜYÜK ÖLÜM ÇARESİZLİKTİR
Anladım ki insan bedeninde can varken de ölebiliyormuş. En büyük ölüm çaresizliktir. En büyük ölüm çocuğunun istediğini alamamaktır. Eşimin dedesi bazen beni teselli etmeye çalışır, “İnsanoğlu yaşar ve ölür, hepimiz öleceğiz. Bu korkunun seni üzmesine izin vermemelisin” diyerek. Şimdi cevabını yazıyorum “Evet, dedeciğim, senin yaşında gitmek sadece kişinin hayatında değişikliktir. Ama, 25-30 yaşlarında zamansız ölüme gitmek sadece kişinin kendi hayatında değişiklik değildir. Kişinin sorumluluğundakilerin hayatında da değişikliklere yol açar ve onları geleceksiz, çaresizlikle baş başa bırakır. Sen kurtulmuş oluyorsun, onlarsa ölmüş. Beni saran korku, ölümümden çok çocuklarımı çaresiz bırakma korkusudur.”

HEPİMİZ BİRER BİRER GİDİYORUZ
En son 2 Aralık’ta iki arkadaşımızı kaybettik. Adem İncirli ve Mustafa Kaleli. Onlar da sesiz sedasız gittiler. Hepimiz birer birer gidiyoruz. Çaresiz, kalbi kırık, katillerimizin cezalandırıldığını göremeden...

Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi’nden eski kot işçisi Abdulhalim Demir

11 Ekim 2008 Cumartesi

Kimse Kaldı mı?

Önce sosyalistleri topladılar
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü ben sosyalist değildim.
Sonra sendikacıları topladılar,
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudileri topladılar,
Sesimi çıkarmadım,
Çünkü Yahudi değildim...
Sonra beni almaya geldiler...
BENİM İÇİN SESİNİ ÇIKARACAK
KİMSE KALMAMIŞTI!...


Papaz Martin Niemöller

29 Eylül 2008 Pazartesi

2 Eylül 2008 Salı

Dinamo Mesken

Hikâye, o yılların fırtına gibi esen demir perde takımı Dina­mo Kiev’in Bursaspor’la yaptığı maçlarla başlıyor. Hayatı pay­laşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları için maçlar dö­nüm noktası olmuş. 1971′de memleket meselelerinin çözüm­lenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanır ve politika yerine spor yaparak Bursa’ya açılma kararı alınır. Kulübün adıysa kendiliğinden ortaya çıkmıştır, kâğıt üzerinde tescillenebildiği şekliyle Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü ve fakat taraftarlarının gönlündeki adıyla Dinamo Mes­ken…
Kaynak: Aktüel
Erkan Can, o dönem takımın maskotu. Amigoluk yapıyor. Tribünlerden aldığı ilhamla sahneye transfer olmuş. Takımın eski kalecisi Kamyon Vedat, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde Erkan Can’a oyuncu koçluğu da yap­mış.

Devrimci Futbol Takımımız …
Türk futboluna siyasi müdahaleler yıllardan beri tartışma konusu… Ancak bugüne kadar bir kulübün kapatıldığına, üs­telik “politik faaliyetler” gerekçesiyle kapatıldığına tanık olma­mıştık. En azından tanık olmadığımızı düşünüyorduk. Ta ki Bursa’nın adından dolayı kapatılmış amatör futbol kulübü Di­namo Mesken’le tanışıncaya kadar. Dinamo Mesken ilk bakışta adından anlaşılacağı üzere “solcu” ve “yerli” olmanın bahtsızlı­ğına kurban gitmiş ama aslında harcanmış bir kaderi var. Zira Dev - Genç’lilerle ülkücülerin birlikte oynayabileceği kadar si­yasete uzak, delikanlıları “kör siyasetin tehlikelerinden” uzak­laştırma ülküsüne aracı olacak kadar da spora yakındı sadece. Ne var ki, büyük acılar ve travmalar yaşayan bir ülkenin yazgı­sından onlar da nasiplerini aldılar ve hala sindiremedikleri bir tarzda yargılanıp, “isminden dolayı kapatılmış ilk futbol kulü­bü” olarak, talihsiz isimlerini Türk futbol tarihine solgun harflerle yazdırdılar.

Ülkücü “Dinamolu”
80 döneminde Türkiye’nin biraz da mimlenmiş mahallele­rine gözdağı vermek isteyenlerin hışmına uğrayan gençlerin hikâyesi bu. Kulüp yöneticileri bile 20 - 25 yaşlarında. Beraat eden takımdan kimse hapis cezası almadığı için belki şanslılar. Ancak bugün mahallede yaşayanlar dağılan takımlarını bir da­ha toparlayamadıkları İçin üzgün ve kapılarına mühür vurul­duğu için hâlâ kızgınlar. Gerçekten de onlar kendilerini ceza­landıran askeri yönetimin iddia ettiğinin tersine her ideoloji­den insanla barışıktılar.

Kulübün eski oyuncularından olan ve 1993 -1995 yılları arasında MHP Yıldırım İlçe Başkanlığı da ya­pan Osman Yağcı’nın da dediği gibi “Tunç hocamız maçlardan önce soyunma odasında bizlere ‘Arkadaşlar Mesken’i mahcup etmeyelim, halkımıza saygılı olalım, milliyetçi olalım, futbolu izletelim’ derdi. Siyasi konuşmalar hiç olmadı. Sağcı olduğum için baskı olmadı. Futbola Mesken’de başladım, Mesken’de bı­raktım. Anlayamıyorum. Sadece spor yapan bir kulübü kapat­manın ne anlamı var.” Ama Bursa’nın varoşlarında yaşama sa­vaşı veren bu insanlar kesinlikle yanlış anlaşıldıklarını düşün­müyorlardı. Birileri onları işlerine geldiği gibi anlamışlardı. On­lar çağırmadan kendilerini bulduk ve olanları anlamak için her şeyin başladığı güne ve yere doğru yola koyulduk. Bugüne kadar açılmamış olan bu konuyu takımın amigosu Erkan Can’ın ve yargılanmış, işkence görmüş Dinamo Meskenli arkadaşlarının ağzından öğrenmeye çalıştık.

Mimli mahallenin dinamosu
Hikâye, o yılların fırtına gibi esen demir perde takımı Dina­mo Kiev’in Bursaspor’la yaptığı maçlarla başlıyor. Hayatı pay­laşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları için maçlar dö­nüm noktası olmuş. 1971′de memleket meselelerinin çözüm­lenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanır ve politika yerine spor yaparak Bursa’ya açılma kararı alınır. Kulübün adıysa kendiliğinden ortaya çıkmıştır, kâğıt üzerinde tescillenebildiği şekliyle Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü ve fakat taraftarlarının gönlündeki adıyla Dinamo Mes­ken…

Kulüpte siyasi faaliyet yapılmasına yönetim kurulu hiçbir zaman izin vermemiş. Ancak solculuklarından gelen dayanış­ma kültürüyle beklenmedik sonuçlar almaya başlayan takım “kurtarılmış mahallesi”nin adını duyurmaya başladıkça birileri için can sıkıcı olmaya başlamış. Bu baskılar askeri yönetimin Eylül 1981′de kulübü kapatmasıyla son buluyor. Kulübün ka­patıldığı günü yaşayanlardan dönemin yöneticisi Ali Nihat Irkörücü, “Kapatılma gerekçeleri sudan gerekçelerdi” diyor ve şöyle devam ediyor: “Şöyle bir kılıf bulmuşlardı. O gün bir ar­kadaşımız emniyetten izinli olarak esnaftan her zamanki ruti­ne uygun şekilde para toplamaya çıkmıştı. Güya haraç topladı ğımız yönünde İhbar alınmış. Arkadaşımızı po­lis gözetimine, nezarete almışlar. Kapatılmasaydı 7 - 8 tane profesyonel olabilecek oyun­cumuz vardı. Örneğin Kamil Torun kurtuldu. Onu darbe öncesi bir takıma eşofman karşılı­ğında sattık. Maddi durumumuz öyleydi. Ka­mil daha sonra Ankara Demİrspor formasıyla 2. ligde de oynadı. Gerçekten kulübün hiç yap­madığı bir şey varsa o da siyasetti. Yargılandık. Beraat ettik ama federe olma hakkımızı kay­bettik. Masum olduğumuz halde itham edilmiş olmamız bile yeterli bir ceza. İçlerinden bir tek ben 1989 senesinden sonra yasal bir parti olan SHP’den siyasete atıldım. Bunda ya­şadıklarımızın da payı var.” Irkörücü hala CHP Yıldırım Merkez İlçe Başkanlığı yapıyor.

Çok şeyler bağlanmış takıma, tabii en başta umut. Çok şeylerini kaybedenler olmuş takımı ayakta tutabilmek İçin. 1980′e kadar bile rahat edememişler. Onları sindirmek için karşı dü­şünceden insanlar yerleştirilmiş mahallelerine. 1976′da Kemalpaşaspor’la yapılan bir maçta “Moskova dışarı” sloganlarıyla ıslıklanmışlar. Eski yönetici Hasan Gürses, “Devamlı emniyet baskısı altındaydık. Haftada bir örgütlenme var mı diye kontrol yapılıyordu” diyor. “Büyük pa­ralar harcadık. Babamın emekli parasının yarı­sını kulübe yatırdım. Kardeşimle kavga ettik. Kapatıldığı gün minibüs tutmak için toplanan paraları sayıyordum. Lokali bastılar. Masadaki paralarla birlikte her şeye el koydular.”"Hangi örgüttensin, silahlar nerede?”

Takım, deplasman masrafları için kapı, kapı para toplamak zorunda kalmış. Ancak bunu bir türlü anlatamamışlar. Tutuklanma gününü, “Paraları sayarken hepimizi siyasi şubeye gö­türdüler. İki gün boyunca dayak yedik, kapanış da öyle oldu” diyerek açıklıyor, Avanta Kemal. Bütün baskılara karşın, elbette ki bu kadarını beklemiyorlarmış. İşin garip tarafı bir süre ku­lübün yeniden açılabileceğine inanmışlar.Emniyetteki sorular hep ters köşeden. Cengiz’e yöneltilen soru “hangi örgüttensin sİlahları nerden temin ediyorsun?” Bugün o sorulara bir cevabı var Tunç hocanın: “Bize saldıran in­sanlardan daha milliyetçi insanları yetiştirdik biz. Erkan Can gibi birini çıkardık. Gözlerim yaşarıyor şimdi, o kulübü kapatmak devlete hiç yakışmazdı.”

Erkan Can, o dönem takımın maskotu. Amigoluk yapıyor. Tribünlerden aldığı ilhamla sahneye transfer olmuş. Takımın eski kalecisi Kamyon Vedat, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde Erkan Can’a oyuncu koçluğu da yap­mış. Onu anlatırken “Kendisine amigo demez­di Erkan. Seyirci organizatörü derdi. Ne oldu­ğunu anlayamadığımız marşlarla tribünü ateş­lerdi. Rakip taraftarları şok ederdi” diyor. Ta­kımla ilgili söylediği şeylerse diğerleriyle aynı: “Arkadaşlarımızın katiyen politik bir misyonu yoktu.”Formaya aşıktık biz O günlerden unutmak İstedikleri şeyler de var. Kahvehaneye huzursuzluk çöküyor. Takım kaptanı Fahrettin bu noktada yapıştırıyor ceva­bını “Siz yoksa devre arasında Çav Bella’yı mı okuduğumuzu sanmıştınız.” “Sahada kendini devrimci gibi mi hissediyordun, futbolcu gibi mi?” diye sorduğumuz 10 numara Arnavut Özcan’dan da bir şey çıkmayınca; takımın büyüklerinden Ertuğrul Kanşay karışıyor söze; “Bizim Dinamo’muz, yalnızca sahadaki dinamizmimizdi. Mesken, sol kesimin olduğu bir mahalleydi. Kapatma nedeni bu. Bilmem anlatabiliyor muyum?” Özcan Selamet takımın hücuma dönük orta saha oyuncusu, kaldığı yerden devam ediyor. “Formaya âşıktık biz. Forma almaya gücümüz, olmadığı için herkes fanilasıyla gelirdi. Arkalarına numara yapıştırırdık. Maçımız 11.00′deyken sabahın 05.00′İnde, karanlıkta kulüpte beklediğimizi biliyorum. Böyle bir ruhtu bizi birbirimize bağlayan”. Arnavut, bir süre daha oynadığından, futbolu Mesken’de bırakan ar­kadaşlarının psikolojisini en iyi anlatabilecek isim. Arkadaşlarının kaderini yorumlarken “Futbol bir tutku. Oynadığım için söylüyorum devam edememek çok acı. Ben, kulüp kapanmadan önce başka bir takıma geçtim, orday­ken bile Meskenlilerle idmana çıkardım. Böyle bir ruhumuz vardı.” Özcan Selamet, bugün halâ “militan” değil ve Cavit Çağlar’ın mutemetlğini yapıyor.

Bahis “Ruh”tan açılınca konuşanların hevesi yükseliyor; başka kulüpten bonservisini cebinden ödeyerek gelen Bülent ve evliliğinin ikinci günü kupa maçına çıkan İbrahim Aksal gibi. “İkinci gün Tunç Hocam geldi, kupa maçımız var, gelirmisin, dedi. Tereddüt etmedim. Eşofmanlarımı giyindim, çıktım. 0 gün kupayı kazandık. Unutamıyorum. Çok farklı bir duy­guydu”Top bir daha santraya dönemedi Duygulara hasımlık edenler, Dinamo’yla yetinmemişler. Semtin Dinamo türevi kurulan diğer takımları Ortabağlar ve Teleferik Kartalspor da aynı akıbeti yaşamış. Ortabağlar’ın yö­neticisi berber Enver Ünal’ın yüzüne karşı, “Biz bu mahallenin siyasi kimliğini biliyoruz. Kulü­bü neden kapattığımızı da herkes bilsin” denilmiş .”Varsayımlar üzerinden hareket edenler, gelip şu insanlara bir baksa kendilerinden utanacak. Hepsi beraat etmiştir ve bugün Mesken’de İtibar göre­rek dolaşırlar.” Oyuncu olanlarının İçindeyse yargılanmış bir tek İsmail Güzeltürk bulunuyor. Sahadaki pozisyonu “sağ bek”. İronik bir rastlantı. Yaşananlardan çıkarılacak dersler basit. 1981′de başına bü­yük belalar almış küçük bir takım kapatılmadı. Hayatında hiç karakola gitmemiş olanlar kapatılma kararının ardından gözal­tında işkence gördüler. Top bir daha santraya dönemedi. Kapatılmasa memlekete “zararı” ne olurdu bilinmez. Ancak ku­lüplerin günümüzde yetiştirdiği gençleri düşündüğümüzde söylenecekleri toparlıyor Kenan Demir “Gençlerimize borçlu­yuz. Yarım kalmış işlevimizi tamamlamalıyız. Türkiye bizden başka acılar da yaşadı. Ama kulübümüz bugün açık olsa ve Mesken’de yaşasaydı Ogün Samast katil değil, belki de o katile tavır koyan bir sporcu olabilirdi.”



Erkan Can’ la Söyleşi
80 döneminde gençlik yıllarınızın geçtiği Bursa’da siyasi gerekçelerle kapatılmış bir kulübünüzün olduğunu söylediniz. Nedir bu Dinamo? Bu bir espri miydi? Eğer doğ­ruysa bu bir ilk. Neydi Mesken’in öyküsü?
80’li yıllar, amatör takımlar devri. 22 ya­şındaydım. O zamanlar yeni yeni ucuz mes­kenler kuruluyordu Bursa’da. Top oynayacak yerimiz çoktu. Daha sonra mahallenin altına eğitim enstitüsü açılınca oradan öğrenci ağabeylerimiz geldi. Mahalleli de onlarla be­raber kulüpte takılmaya başladı, solcu oldu. Kulüp orada doğdu. Takımın adını Dinamo Mesken koydular. Daha sonra futbol falan bitti. Kimse arkasını sormadı, açılmadı.

Sizin o yıllarda kalecilik de yaptığınız söy­leniyor. Kaleci, argoda parasız anlamında kullanılır. Nasılsın diye sorduklarında “Schumacher gibiyim” diyormussunuz. Ama sanırım siz takımın amigosuydunuz…
Kalecilik yapmadım. O benim jargonum. Nasılsın diyorlar, kaleciyim diyorum. Bekliyo­ruz, para yok, pul yok, kaleci durumu da ora­dan gelir. O benim otuz yıldır söylediğim bir durumdur yani. Amigoluk yaptım tabii ki.

Nasıl bağırttırıyordunuz tribünleri?
Dinamo’nun gençleri, bir elinde şişe, sa­atlerce neşe! Dinamo’nun gençleri birçok menekşe!

Mahalle benimsiyor muydu Dinamo Mesken’i?
Tabi canım, gurur duyardık! Tomas Or­hanlar, Yakalı Mehmetler, Komando Musta­falar, Avanta Kemaller, Ertuğrul Kanşay. Bu abiler bilirler bunları.

Sizin de lakabınız var mıydı?
Sarı! Benim lakabım san’dır. Adımı bil­mem. Eskiden daha da sarıydım, sapsarıy­dım. Kill Bill!

Peki derdiniz neydi, mahalleyi Moskova’ya bağlamak gibi bir niyetiniz mi vardı?
(Gülüşmeler) Yoo… Zaten solcu bir ma­hallede büyüdüğümüz için takımın adı da böyle olacaktı. Çok normaldi bu.

Anladığım kadarıyla darbe öncesi mahalleler kendi kulüplerini kalkındırabiliyordu ama sonra her şey için para gerekti. Bu arada o yardımlaşma durumu da darbeyle birlikte gitti.
Evet, başka bir şeyler lazımdı, yetmedi. “Satıyorlar oğlum” diyor, Rafet El Roman’ın filmde oynadığı karakter. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, her şeyi anlatıyor bence. Zaten hikâyesi de Akyazı Akınspor’dur. Bİz onu Bursa hikayeleriyle harmanladık. Bursa’da çekildi film.Bursa’nın spor camiasının eskilerinden birkaç kişiyi aradık. Dinamo Mesken’in varlığıyla ilgili sorular sorduk.

Sağ cenahın eskilerinden biri sizin bunu abarttığınızı…
Sağdan yürüsün, saçak altından, cüzdan bulur belki!

Hayat futbola fena halde benzer diye bir sloganı var filmin. Dinamo Mesken’in hi­kâyesine baktığımızda görüyoruz, futbol da siyasete benziyor. Şu anda da Çarşı gru­bunun müdavimi olduğu bir mekândayız. Futbolu ve siyaseti birlikte nasıl yorumlu­yorsunuz?
Stratejidir. Programdır; koçluk işidir, ka­fana göre oynayamazsın. Futbolun da haya­tın içindeki gibi bir ahlakı var. Tek başına yapılabilen bir şey değildir. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Ha­yatı sürdürebilmek için dört doğru pas yüz­de 90 goldür. Siyasette de böyle. Çarşı’yı da seviyorum tabi. İyi bir tribünü var.

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da siz kaleci Torba Suat’ı canlandırdınız. Karakterin si­zin üzerinize yazıldığı söylenir. Dinamo Mesken’den esinlenildi mi filmde?
Yok, ama bunları anlatmıştım, etkisi ol­muştur yani.
Alıntıdır. Beleştepe saolsun

5 Haziran 2008 Perşembe

"Evet Marcos gay'dir....."

Zapatistaların efsane haline gelen komutan yardımcısı (komutan halktır ona göre) Marcos'un sözlerini hatırlatmak istedim nedense. Onunla bir türlü başedemeyen CIA, onun San Francisco'da geçen gençliğine de atıfta bulunarak, onun hakkında "gay" olduğu şeklinde bir söylenti çıkarır. Marcos'un bir röportajda bu dedikoduya verdiği cevap çok anlamlıdır:

"Evet Marcos gay'dir. Marcos, San Francisco'da gay, Güney Afrika'da siyah, Avrupa'da bir Asyalı, San Ysidro'da bir Chicano, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya'da bir Yahudi, Polonya'da bir çingene, Quebec'te bir Mohawk, Bosna'da bir barış yanlısı, saat 22.00'de metrodaki yalnız kadın, topraksız bir köylü, kenar mahallelerde bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve tabii ki dağlarda bir Zapatista'dır."