28 Mayıs 2008 Çarşamba

Efsaneler #2 - Oleguer Presas Renom

Sanıyorum 50 yıl sonra tarih kitapları, 21'inci yüzyılın ilk bölümünün futbol anlayışından söz ederken "güzel oyun"un öncü temsilcisi Barcelona'ya önemli bir yer ayıracaklar. Gerek Ronaldinho, Eto'o ve Deco'lu ilk yıldızlar, gerekse Messi, Dos Santos ve Krkic'li ikinci jenerasyon, "Kazan, hangi yolla olursa olsun kazan" temalı diğer büyüklere meydan okuyarak mücadeleyi sürdürüyorlar. Oleguer de bu güzel oynamaya çalışan takımın önemli parçası, ama Barcelona'ya aidiyeti futbol becerisinden çok ideolojik sebeplere dayanıyor. 6 sezondur Barcelona'nın sağ bekinde görev yapan 27 yaşındaki solcu Oleguer, Katalunya milliyetçisi görüşleri nedeniyle İspanya Milli Takımı'nda hiç oynamadı. Hatta kaptanlığını yaptığı Katalunya Milli Takımı'nın, ABD ile yapacağı dostluk maçına izin vermeyen İspanya Futbol Federasyonu'nu da ağır bir dille eleştirmekten de geri kalmadı. Şubat 2007'de Bask dilinde yayın yapan Berria gazetesinde kaleme aldığı siyasi görüşleri, Barcelona Başkanı Laporta ve Teknik Direktör Rijkaard'ın tepkisini çekti, ayakkabı sponsoru Kelme anlaşmasını feshetti. Meslektaşları gibi lüks arabalara binmiyor, pahalı kıyafetler satın almaktan geri duruyor. Üniversitede ekonomi okudu ve entelektüel yönü ağır bastığı bir gün, okuldaki sınavını kaçırmamak için Barcelona idmanına gitmemiş, farklı bir karakter... Siyasi hamleleri nedeniyle kendisini eleştirenleri, görüşlerini anlamamakla, 2006'da çıkarttığı kitabını veya makalelerini okumamakla suçluyor. Barcelona'ya ve Katalunya'ya bağlılığı bir sporcu bağlılığının üzerinde...
Uğur MELEKEMilliyet
08 Ocak 2008/Salı

Yazık Oldu İşte....

Hayatın koşuşturması içerisinde zamanında ne 'Asi Ruh'un galasından haberdar olabildim, ne de gala da yaşananlara, 'Çarşı'nın sine-i millete dönüşüne tanıklık edebildim. Hatta ve hatta yoğunluktan dolayı Çarşı'nın bu hareketine yorum yapmaya dahi fırsatım olmadı. İşler biraz azalınca birden 5-6 post önce yazmış olduğum yazı geldi aklıma. Hani şu taraftarı istifaya çağırdığım yazı. Ben hala o yazıda belirttiğim eleştirilerde haklılık payı oldugunu düşünüyorum. Ama yazdıklarımın her ne kadar kendimden başka hiç kimse de bağlayıcı bi yanı olmadığını bilsemde sadece Çarşı'nın buna kulak vermesini de içime sindiremedim. Anlicanız iki arada kaldım. Nedeni de aslında basit. Her kim benim gibi aidiyet duygusundan yoksun bir şekilde İnönü'nün kapalısında maç izlerse söylediklerimi çok rahat anlicaktır. Şimdi Çarşı kendini feshetti ya şimdi meydan boş bulanın olur misali, 'Karagümrük'ünden tutunda bilmem neyine kadar bütün gruplar rant kavgasına tutuşucaklardır. Anlicanız olan yine benim gibi sadece Beşiktaş'ı sevmekten başka günahı olmayan taraftara olacaktır. Olan yine Beşiktaş'ıma olacaktır. Söyliyeceğim son şey; yazık oldu işte. Herkese....

Allah Affeder Ama Türkiye Affetmez!

Çarşı'nın kararınına yönelik olarak bir galatasaraylının tepkisini buraya aktarmanın duygu ve düşüncelerimi anlatmakta daha samimi bir yöntem olacağını düşündüm. Post tamamıyla "kaleden kaleye gol yok" adlı blogtan alınmıştır.
"Dün Çarşı için çekilen 'Asi Ruh' belgeselinin galasında Çarşı'nın lideri Alen grubu feshettiklerini açıkladı. Yaptığı duygusal konuşmayla Çarşı'nın artık olmadığını belirtti. Dün geceden beri şoktayım ve hala atlatabilmiş değilim. Konuşmanın tam metni burada. Okuyun, sizin de tüyleriniz diken diken olacaktır. Ne yazılır, ne söylenir bilmiyorum ama ben bu işi kabullenemiyorum. Fanatik derecede bir Galatasaray'lı olmama rağmen; her zaman özendiğim, keyifle takip ettiğim, bir yanımın her zaman Beşiktaş'a sempati duymasına sebep olan Çarşı'ydı. Benim için Beşiktaş'la eş anlamlıydı. Beşiktaş'ın her maçını izlemesem de her seferinde kendimi Çarşı'nın orijinal tezahüratlarını mırıldanırken buluyordum. Her ne kadar kararlarından dönmeyeceklerini bilsem de elimden geldiğince yalvarıyorum onlara. Feshetmeyin bu grubu. Nasıl Allah affeder, Çarşı affetmez dediyseniz, bilin ki aldığınız bu kararı da bu ülkede kimse affetmez, kabullenemez... "

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Yaşamaya Dair

1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiçkimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947

2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllar sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımızda elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavga ve rüzgarıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948

3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya

"Yaşadım" diyebilmen için...
Şubat 1948

Nazım Hikmet Ran

Efsaneler #1 - Robbie Fowler

The Guardian'la 4 Eylül 2005'te yaptığı röportajda, neredeyse bütün Liverpool taraftarlarının içinde yaşayabileceği kadar gayrımenkule nasıl sahip olduğu sorulduğunda anlaşılmış, Robbie Fowler'ın sırrı... "Beckham, Rooney, Gerrard, Scholes, Cole, McManaman, Ferdinand... Hepimizin ortak bir yanı var: Çocukluğumuzun sosyal konutlarda, kısıtlı imkanlar içinde geçmesi. Belki de o futbol topunun peşinden bu kadar iyi koşabilmemizin nedeni de bu... Çocukken ona sahip olamamış olmamız " 9 Nisan 1975'te Liverpool'un aşağı mahallelerinden Toxteth'de doğmuş Robert Bernard "Robbie" Fowler. Annesi ve babası da, hatta onların babaları ve dedeleri de daha ziyade suç oranının yüksekliği ve eğitim seviyesinin düşüklüğü ile tanınan Toxteth'lilermiş. Fowler'ın UEFA Kupası'nda Brann Bergen'e attığı golden sonra formasının altında yazan "İşten çıkarılan Liverpool'lu 500 liman işçisine destek verin " mesajındaki kıymet bilirliğin nedeni, babasının gündelik işlerde çalışarak kardeşlerine bakmaya çalışması gerçeğinde gizli... Aslında Robbie ve 3 kardeşi gerçekte hiçbir zaman bir aile sahibi olamamışlar, çünkü bir dargın bir barışık yaşayan anne ve babası hiç evlenmemiş. 1993'te Anfield'a ilk kez çıkıp Lig Kupası'nda Fulham'a 5 gol birden atınca da, o sırada annesinin evinde kaldığı için sevincini sadece onunla paylaşabilmiş genç Robbie... 1 yıl sonra babasının da tribünde olduğu maçta Arsenal'e karşı 4 dakika 32 saniye içinde yaptığı hat-trickse halen Premier Lig tarihinin en hızlı üçlemesi olarak tarih kitaplarındaki yerini koruyor. 1994-1995 sezonunun başında henüz 19 yaşında iken Liverpool'la yaptığı 5 yıllık kontrat, onu İngiliz spor tarihinin en genç milyoneri yaptı. Sonraki 3 yıl boyunca her sezon 30'un üstünde gol atma başarısıyla yetinmedi Fowler, sempatik ve hassas tavırlarıyla da tek kanallı dönemin Avrupa'dan Futbol'unun da yıldızı olmayı sürdürdü. Gerek 24 Mart 1997'de Arsenal karşısında lehine verilen haksız penaltıyı bilerek kaleci Seaman'a nişanlaması, gerekse aynı sezon gol sevinci için kendisine koşan taraftarı korumak için polisin üstüne atlaması üzerine, KOP tribünleri, daha 20'li yaşlarında gelmiş geçmiş en büyük Liverpool efsanelerinden biri olan Fowler'a "saint" (aziz) unvanını verdi. "Aziz" Fowler, büyük dostu McManaman'la birlikte satın aldığı atlara, sırf yarış anlatıcılarına zorluk olsun diye "some horses" (bazı atlar) ve "another horse" (başka bir at) isimlerini verecek kadar zeki ve esprili bir adam... Kaydettiği bir gol sonrası orta sahaya doğru koşan hakemin ayağı takılıp düşünce, onun üstüne atlayıp hakemi de gol sevincine dahil edecek kadar da eğlenceli... Saha çizgilerinin beyaz tozunu burnuna çeker gibi yaparak Everton'lı uyuşturucu kullanan futbolculara mesaj vermeye kalkacak kadar cüretkar ama korner direğini mikrofon olarak kullanıp taraftarla şarkı söyleyerek golü kutlayacak kadar da sevimli... Kendisine soru soran bir paparazziye neden saldırdığı veya Chelsea'li Graeme Le Saux'ya neden hakaret ettiği sorulduğunda ise, "Hiç rol yapmadım" diyor Robbie... "Adanın en popüler ve en çok kazanan futbolcusu oldum, ama hâlâ Macca (Steve McManaman) ile birlikte yan komşunun bahçesinden elma çalmak istiyoruz. 30 yaşındayım, 3 kızım var, ama Toxteth'teki günlerimden hiçbir farkım yok". Zaten geçtiğimiz 25 Mayıs'ta Liverpool'un Milan'la oynadığı Şampiyonlar Ligi finali için İstanbul'a sessiz sedasız gelip, maçı herhangi biri gibi taraftarlarla birlikte tribünden izlemesi de anlatıyor her şeyi... Robbie, o günden beri bil ki, ben de, biz de, senin evinde yaşıyoruz!


Uğur MELEKE
Milliyet 31 Ocak 2006/Salı

Teşekkürler


25 Mayıs 2008 Pazar

Biz Dünya isek Kendisi GÜNEŞTİR


Blogum Eşit Değildir Futbol

Blogumu açmadan önce benim gibi futbolu delicesine seven, onla nefes aldığını düşünen her insan gibi aceto abimizin o dillere destan blogunu okuyarak geçiriyodum. Gerçi blogumu açtıktan sonra bu alışkanlığımdan bişi kaybetmedim ama kendi blogumda olmazsa olmaz olan futbolun yanı sıra tasarım, bilgisayar, sanat ve hayata dair düşüncelerimi, bilgilerimi de yazmaya kararlıydım. Hatta bu nedenle olsa gerek adını designergb olarak koydum. Ama ne olduysa blogda futbol dışında pek fazla postun olmadığını farkettim. Şimdi futbol sezon arasına girmişken en azından gelecek sezona kadar futboldan öte öğrendiğim herşeyi sizlerle paylaşmak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Tabi arada bir futbolla ilgili bişiler karalama durumunda da sizin o güzelim anlayışınıza güveniyorum.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Sözümün Arkasındayım

Bundan bi kaç post önce yazmıştım "söz olsun bir daha yönetim istifa diye bağırmıyacağım" diye. Ligin son maçında kendimi test etme şansına sahip oldum. Ve baktım ki söz verilince tutulabiliyomuş. Tamam benim içimde de inanılmaz derece bir öfke ve nefret mevcut. Ama stada özelliklede kapalıya bakınca, yaptıklarını görünce tarafsız kalmanın ne kadar önemli oldugunu gördüm. Alttarfa ve kapalının sol ve sağ yanları ( zannımca karagümrük çetesi oluyor) istifa diye tükürüklerini saçarken ortalığa, kutu diye tabir edilen (çarşı'nın has delikanlılarının yeri!) yer de onlara karşı küfrederek karşılık veriyordu. Nası berbat bi durum olduğunu artık varın siz düşünün. Alen cezası bitmiş olmasına rağmen (ki ben en azından öyle biliyorum) ortalıkta yoktu. Aşağıda Hüseyin halinden memnun bir şekilde ne yapim modunda takılıodu. Kendi ipini çekmek böyle bişi olsa gerek. Hepsine çok teşşekürler. Ağız tadıyla evimizde bize bi maç izletmedikleri ve anlamlı ve bi o kadarda duygusal anımızda kendimize getirdikleri için. Artık onlara söylicek bi lafım da yok ya neyse.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

İnönü Stadı; Hoşçakal

Uzun zamandır yazmıyodum bişiler. Marmaris etkisi olsa gerek diye düşünürken farkettim ki içimden paylaşacak bişiler bulamıyorum. Ta ki bugüne kadar. Herkesin en azından futbolu takip edenlerin bildiği İnönü'nün yıkılması muahbbeti çok canımı sıkıyor açıkçası. Hani şu dillere destan "İnönü Stadı'nı bilenler için söylüyorum, deniz tarafındaki kaleye yapılan atakta Beşiktaş golü buluyor" sözünün geçtiği yer. Hani şu evimiz gibi benmsediğimiz ve sevdiğimiz yer... Beşiktaş bugün son maçına çıkıyor orda. Maça gidicekler için inanılmaz duyguların yaşanacağı bir gün bugün. Örnek vermek gerekirse ben şimdiden hüzünlenmeye başladım. Karnımda ağrılar başladı yine. Gerçi ağrıları sabah içtiğim süte bağlıyorum ama genellikle böyle duygusal anlarda yoklar beni midem. Herneyse bugün son kez bende İnönü'deyim. Son kez avazım çıktığı kadar bağırmak için, son kez delicesine sevinmek için ve son kez dünya gözüyle görmek için. Fırsatı olanlara söylüyorum. Bu an kaçmaz. En azından sevinmek için sevmeyenlere söylüyorum.

6 Mayıs 2008 Salı

D'oh..

"Aman tanrım! Uzaylılar! Karım ve çocuklarım var, onları yiyebilirsiniz."